1933 ÜNİVERSİTE REFORMU’NUN

ATATÜRK’ÜN KÜLTÜR POLİTİKASINDAKİ YERİ

 

*Yunus KOBAL

 

Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu M. Kemal Atatürk’ün adı ile ni1an 1933 Üniversite Reformunun, Atatürk’ün izlediği kültürel politikadaki yeri ve önemini anlamak için, onun oluşturmaya çalıştığı ‘Türk Kültürü” anlayışına daha geniş bir çerçeveden bakmak gerekir. En genel tanımıyla kültür, bir ulusun sahip olduğu maddi ve manevi değerler bütünüdür. Bu anlamda Türk Kültürüne Atatürk’ün etki ettiği dönemi açıklamak için biraz geriye dönmek gerekmektedir.

Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupalılar karşısındaki askeri gücünün zayıflığı, ilk olarak 1683’teki Viyana Kuşatmasının bir bozguna dönüşmesiyle ortaya çıkmış, bunu ileriki yıllarda imzalamak zorunda kaldığı Karlofça ‘Antlaşması (1699) izlemiş ve bu antlaşmayla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun önlenemez çöküşü başlamıştır. Karlofça Antlaşması Osmanlılarca imzalanan ilk elverişsiz antlaşmadır ve Osmanlıların Avrupa’dan çekilmeye başlayışını göstermektedir.[1]

Devam eden yıllarda yapılan savaşlar çoğu zaman eldeki toprakların birer birer kaybedilmesiyle sonuçlanmış, bu kayıplar giderek dışarıda Osmanlı İmparatorluğu’nu bir “Hasta adam” görüntüsüne sokmuş, içerde ise büyük bir moral çöküntüsüne ve imparatorluğu ayakta tutan kurum ve sistemlerin hızla yozlaşmasına ve çökmesine yol açmıştır.

Bu çöküş bir noktada ülke yöneticilerini düşünmeye ve çözüm arayışlarına yöneltmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Gerileme Döneminin ilk reformcuları gözlerini Batıya çevirerek, onları özellikle askeri alanda güçlü kılan gelişmeleri saptamaya ve bunlardan kendi ülkesi için yararlanmaya çalışmışlardır. Bu düşünceden hareketle önce özellikle askeri teknolojiye yönelik çalışmalar yapılmış, modem eğitim veren askeri okullar kurulmuş, daha sonraları da sivil meslek yüksek okulları açılmıştır. Bunun yanında imar işlerinden sağlık hizmetlerine kadar çeşitli alanlarda bir dizi çalışmalar yürütülmüştür. Özellikle birinci ve ikinci Meşrutiyet dönemlerindeki (1876 ve 1908) yenileşme hareketleri hız kazanmıştır.[2]

Ancak bütün bu gayretler her defasında karşısında tutucu güçlerin direnişini bulmuştur. Bu mücadelede kimi zaman yenilikçiler, kimi zaman da tutucular üstün gelmiş, özellikle tutucu çevreler amaçlarına ulaşmak için, yapılanların İslam dinine karşı gelmek anlamını taşıdığını vurgulayarak yenileşmenin önünü tıkamış, bu da sonuçta toplumsal krizi giderek derinleştirmiş ve bu yolda epeyce kan dökülmüştür.

Yenileşme hareketlerinin tam başarı sağlayamaması ve sınırlı bir alanda kalmasının bir diğer önemli nedeni de, zamanın devlet adamlarının Batı Medeniyetini algılayışlarındaki farklılıktır. Çeşitli din, ırk ve kültür mensubu topluluklardan oluşan Osmanlı İmparatorluğu’nu dağılmadan bir arada. tutma endişesi çoğu zaman köklü ve sistemli bir hareketin gerçekleşmesini engellemiştir. Ayrıca gerek devlet adamları gerekse Osmanlı aydınları Batıdan neyin alınıp neyin bırakılabileceği konusunda tartışmalarla gereksiz yere zaman kaybetmiş ve Batı Medeniyetinin ana unsurları gözden kaçırılmıştır. Bu da sonuçta toplumda bir kültür ve müessese ikileşmesine hatta çatışmasına. yol açmıştır.[3] M. K. Atatürk’ün hareket noktasını oluşturan bu konuya geçmeden önce şunu söylemek mümkündür: Her ne kadar engellenmiş olsa da yaklaşık 200 yıla varan bu yenileşme hareketleri sonucunda Türk toplumu modern eğitim yapan askeri ve sivil okulları, Batıdan alınmış kanunlar ve bu kanunlara göre çalışan mahkemeleri ve parlamenter rejim arayışı ile artık kolayca geriye dönülmeyecek ölçüde Batıya yönelmiştir.[4]

Türk İstiklal Harbi’nin Lozan. Antlaşması ile sonuçlanışından sonra kendisini tebrik eden çevresine Atatürk’ün “Asıl işimiz bundan sonra başlıyor.” dediği bilinmektedir. Bu sözü ile Türk toplumuna yeni bir kimlik kazandırmaya yönelik kültürel bir inkılabı hedeflediği anlaşılan M. Kemal’in amacı; Türk toplumun bir daha aynı duruma düşmeden çağdaş dünyada yerini alarak sonsuza dek yaşamasıdır.

İçinde yetiştiği toplumun geçmişte yaşadığı deneylerin ışığında harekete geçen Atatürk’e göre kültür ve medeniyet kavramları arasında önemli bir fark yoktur. İkisini bir arada düşünmek gerekmektedir.  O’na göre Osmanlı yöneticilerinin en büyük yanılgısı bu idi. Osmanlılar Avrupa’nın geliştirdiği tekniklere (medeniyete) yöne1irken bu medeniyeti ortaya çıkaran bilgi sistemini (kültürü) göz ardı etmişlerdir.

Çeşitli vesilelerle verdiği söylev ve demeçlerde Atatürk bu konudaki görüşlerini şu şekilde dile getirmiştir: “Kültür dediğimiz zaman, bir insan topluluğunun devlet yaşamında, düşünce ve ekonomi yaşamında yapabilecekleri şeylerden elde ettiği sonuçtur, demek isteriz; uygarlık da bundan başka şey değildir”.[5] “Gözlerimizi kapayıp herkesten ayrı kendi başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz. Ülkemizi bir çember içine alıp, dünya ile ilgimiz olmadan yaşayamayız. Tersine ileri, uygar bir ulus olarak uygarlık alanının içinde yaşayacağız. Bu, ancak bilim ve teknikle olur. Bilim ve teknik neredeyse oradan alacağız ve ulusun her bireyinin kafasına yerleştireceğiz. Bilim ve teknikte bir sınırlama ve koşul yoktur. Akla uygun hiçbir kanıta dayanmayan bir takım geleneklerin ve inanışların korunmasında direnip duran ulusların ilerlemesi çok güç olur; belki de hiç olmaz İlerleme yolunda bağları ve koşulları aşamayan uluslar yaşamın akla uygun olduğunu ve eyleme dayandığını göremezler. Yaşamı geniş kapsamıyla gören ulusların egemenliği altına girip onların esiri olmaktan kurtulamazlar.”[6] (27.10.1922, Bursa’da öğretmenlere Verdiği Söylev)

Adeta üniversite reformunun ilk işaretleri olarak kabul edilebilecek bu ve benzeri söylevlerde Atatürk daima akılcılığın önemini vurgulamış’ ve bu amaçla Batı Medeniyetine yönelmenin gerekliliğini işaret etmiştir. Bu düşüncelerden hareketle kültür alanında çağdaşlaşma yolunda ilk adım, devlet ve fikir hayatını laik bir temele oturtmak üzere atılmış ve çıkartılan yasalarla devletin siyasi yapısı, hukuk ve eğitim sistemi teokratik temelden ayrılmış, çağdaş ve laik bir yapıya dönüştürülmüştür. Ayrıca yeni kültür anlayışını mümkün olduğunca geniş bir tabana yaymak lüzumu görülmüş ve bu amacı gerçekleştirmek için Yeni Türk Alfabesi düzenlenmiş, yurdun çeşitli yerlerinde millet mektepleri açılmış ve bu sayede yüz binlerce insanın okur yazar olması sağlanmıştır. Bu tür çalışmaların dışında, Atatürk’ün en çok önem verdiği konulardan biri de kültürü milli tarih tabanına oturtmaktadır. Yüzyıllar boyu devam eden yenilgiler nedeniyle moral çöküntüsü ve eziklik hissiyle yaşayan Türk ulusuna güven kazandırma amacıyla yürütülen çalışmalar sonucunda 1931 yılında Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti kurulmuştur.[7] Bütün bu çalışmaların tamamlayıcı olması bakımından hayatın her alanında; kılık kıyafetten, ölçü sistemine kadar bir dizi inkılaba girişilmiş ve gerçekleştirilmiştir. Burada güdülen amaç, daima çağdaş dünya ile bütünleşmek olmuştur.

Burada değinilmesi gereken bir önemli husus da, yüksek kültür kurumlarının oluşturulması çabalarıdır. Bir toplumun ilerleyebilmesinin ve bağımsızlığını koruyabilmesinin en önemli şartlarından biri de o toplumun bilim dünyasında söz sahibi olabilmesidir. Ulusuna, hayattaki en gerçek yol gösterici olarak bilimi işaret eden Atatürk’e göre; kültürel alanda çağdaşlaşma zincirinin en önemli halkasını üniversiteler oluşturmaktadır.

Türk üniversite hayatındaki gelişmelerin, dolayısıyla üniversite reformunun mahiyetini anlamak için biraz gerilere gitmek gerekir.. Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu yüksek öğretim çalışmalarını yürütmek üzere kurulan medreseler, İmparatorluğun büyüme döneminde gerçekten parlak günler yaşamış, ileri görüşlü devlet adamları Osmanlı topraklarını dünyanın bilim merkezi haline getirmek için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamış ve her taraftan bilim adamlarını ülkelerine davet etmişlerdir. Ancak İmparatorluğun duraklama ve gerileme dönemlerinde diğer kurumlarda olduğu. gibi eğitim sisteminde de bozulmalar başlamış, haksız uygulamalar sonucu medreseler giderek yetkisiz ellere geçmiş, buralarda mantık, felsefe ve tabii bilimler terk edilmeye başlamış ve sonuçta medreseler cehaletin ve tutuculuğun kaynağı haline gelmiştir.

İlerleyen yıllarda toplumda reform ihtiyaçlarının hissedilmeye başlaması üzerine yüksek öğretim kurumu da dikkatleri üzerine çekmiştir. Medreselerden ümidi kesen yenilikçi yöneticiler Darülfünun adı ile yeni bir kurumu hizmete sokmuşlardır. Aslında Darülfünun düşünce olarak ilk kez Tanzimat Döneminde hayat bulmasına rağmen, ancak 18 yıl sonra 1863 yılında açılabilmiştir[8] “Fenler Evi” anlamına gelen Darülfünun, adı ile birlikte, artık taassup ve cehaletin hakim olduğu medreselerin yerine gözlem ve deneye dayalı bilimlerin geçeceğini müjdelemekteydi.[9]  Ancak ilk Darülfünun, binasının yanması üzerine iki yılda ömrünü tamamlamıştır. Bundan sonra çeşitli aralıklarla dört kez daha Darülfünun girişimi olmuş,[10] Türkiye Cumhuriyeti’ne miras kalan İstanbul Darülfünunu dışındakiler hep karşılaştıkları baskılara göğüs geremeyerek kapanmıştır. İstanbul Darülfünunu ise Cumhuriyet Türkiyesince  çıkartılan yasalarla tüzel kişiliğe kavuşturulmuştur. Ayrıca Darülfünunun aksayan yönlerinin giderilmesi ve gelişmesinin önünü açma yolunda maddi konuları da kapsayan çalışmalar yapılmıştır.

Ancak Darülfünun kendisine tanınan bu şansı iyi kullanamamıştır. Her şeyden önce, Türkiye’yi çağdaş medeniyetin ve kültürün ortağı yapmak amacıyla gerçekleştirilen inkılaplara karşı kayıtsız kalması, siyasi yöneticilerin tepsini çekmiştir. Bunun yanında bir  bilim yuvası olarak da kendisini istenilen düzeye çıkartmaktan. uzak kalması reformu kaçınılmaz kılmıştır. Bu konuda Darülfünuna yöneltilen eleştirile özetle şöyledir: Fakülte ve müesseseler arasında bilimsel çalışmalar beraberliği sağ1ayacak bağlantı yoktur. Bazı fakülteler bir meslek okulu düzeyini aşamamıştır. Öğretim üyelerinin çoğu, bilimsel çalışmalara zaman ayıramamakta  ve başka işlerle uğraşmaktadır. Ders kitapları ve araçları yetersizdir.

Darülfünun konusu T.B.M.M,’de olduğu gibi, basında da aylar süren tartışmalara neden olmuştur. Sonuçta bu kurumun Türkiye’deki gelişmelere ayak uyduramayacağı fikri ağırlık kazanmış ve daha köklü çözümler aranmaya başlanmıştır. Bu amaçla Cenevre Üniversitesi Pedagoji Profesörü Albert Malche Türkiye’ye davet edilmiş ve kendisinden Darülfünun ile ilgili bir rapor hazırlaması istenmiştir Yabancı bir bilim adamının bu göreve getirilmesindeki amaç; objektif ve isabetli bir karar verebilmekti.[11]

Prof Malche 1932 yılı başları hazırlamaya başladığı raporunu 1 Haziran 1932 de Türk Hükümeti’ne sunmuştur Bu rapor kısa sürede hazırlanmasına rağmen oldukça ayrıntılı bir değerlendirmeyi içermektedir. Prof. Malche raporu hazırlamadan Önce siyasi yöneticiler,  Darülfünun hocaları ve öğrencileri ile görüşmüş dersleri izlemiş, öğrenciler hakkında yazılı bir anket yaptırarak onların sosyal yaşantıları hakkında bilgi sahibi olmuştur. Üç bölümden oluşan raporun birinci bölümünde raporun içeriğinden bahsedilmektedir İkinci bölümde Darülfünun’un var olan yapısı incelenmiştir. Üçüncü bölüm ise yapılması gereken ıslahat önerilerini içermektedir.[12]

Hazırlanan bu rapor Atatürk’e Sunulduğunda Darülfünun’a yöneltilen eleştirilerin haklılığı gözler önüne serilmiştir. Raporu tüm ayrıntıları ile inceleyen Atatürk çeşitli konularda kendi düşüncelerini ifade eden notları da ilave ettiğinde Darülfünunun ilgasına ve İstanbul Üniversitesi adı ile yeni üniversite kurulmasına ilişkin kararım vermiş bulunmaktaydı Daha sonra T.B.M.M.’ de bu yönde çıkan yasa gereğince 31 Temmuz l933’te Darülfünun’un lağvedilmesi ve 1 Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesi’nin kurulması karara bağlanmıştır.

Bundan sonra Maarif Vekili Reşit Galip Bey’in başkanlığında, Avni (Başman), Rüştü (Uzel), Kerim (Erim) ve Osman (Horasanlı) Bey’den oluşan bir “Islahat Komitesi” kurulmuştur. Üniversite reformu ile ilgili tüm çalışmaları bu komite yürütmüştür.[13]

Yeni kurulacak üniversitenin kadrosunun oluşturulmaya başlandığı sıralarda Almanya’da bu konuyu etkileyecek gelişmeler yaşanmaktaydı. 1933 yılı başlarında iktidara gelen Naziler, ülkedeki Yahudi ve Anti-Nazi insanları sindirmeye yönelik girişimlerde bulunmuşlardır. Bunun üzerine Almanya tarihindeki en büyük beyin göçü olayı ile karşılaşmıştır. 1933 yılı ile II. Dünya Savaşı’nın başlangıcı arasındaki 6 yılda Almanya’dan 250.000-280.000 insanın yurt dışına kaçtığı ve bunlardan 3.120 kadarının bilim adamı olduğu tahmin edilmektedir.[14]

Almanya dışına kaçan bilim adamlarından bir kısmı Zürih’te “Yurt Dışındaki Alman Bilim Adamları Yardım Cemiyeti” adlı bir demek kurmuşlardır.[15] Bu derneğin temsilcisi olarak Prof. Philip Schwartz Türkiye’ye gelmiş ve meslektaşları için iş ortamı araştırmıştır. Hükümet ile sürdürülen görüşmeler bir sonuca bağlanınca pek çok mülteci bilim adamına Türkiye yolu açılmış oluyordu. Bu arada Darülfünunun 151 kişilik kadrosundan 92’sinin işine son verilmiştir.[16]

Yardım cemiyeti aracılığıyla Türkiye’ye gelen bilim adamları arasında, kendi alanlarında dünyaca üne sahip olanları da bulunmaktaydı. Bunlara birkaç örnek vermek gerekirse şu isimleri saymak mümkündür: İktisat profesörleri W. Röpke, A. Rüstow, G. Kessler, F. Neumark; kimya profesörleri F. Arndt, F. Haurowitz, E. M. Alsleben; tıp profesörleri P. Schwartz, R. Nissen, A. Eckstein; müzik profesörleri P. Hindemith, C. Ebert, E. Zuckmayer; hukuk profesörü E.Hirsh; kent bilimci Prof. E. Reuter.

Bu dönemde Türkiye’ye gelerek çalışmaya başlayan bilim adamları Türkiye’nin bilim atmosferini değiştirmiştir. Bu dönemde pek çok yeni kürsü açılmış, laboratuarlar ve kütüphaneler geliştirilmiş, Türkiye dünya literatürü ile tanışmaya başlamış, Avrupa’yı etkileyen yeni fikir akımları bu hocalar yoluyla Türkiye’ye girmiş, tıptan ziraata kadar pek çok alanda yeni teknikler geliştirilmiştir. Ayrıca bu hocalar kendilerinden sonraki Türkiye’nin üniversite hayatına yön verecek bilim adamlarını yetiştirmiş, onlara danışmanlık yapmışlardır.

Ülkemizde pek çok şeyin ilkine imza atan ve kalıcı eserler bırakan bu bilim adamları ağırlıklı olarak iki dönemde Türkiye’den ayrılmışlardır. Bir kısmı II.Dünya Savaşı arifesinde çoğunlukla A.B.D.’den aldıkları davetle daha iyi şartlar altında çalışmak üzere bu ülkeye giderken, diğer kısmı ise savaş sonrasında kendi ülkelerine ya da A.B.D.’ye dönmeyi tercih etmiştir Bu arada Türkiye’de yaşamını yitirenler olduğu gibi Türk vatandaşlığına geçen ve burada kalan bazı hocalar da olmuştur.         

Sonuçta; Atatürk’ün izlediği kültür politikasının ağırlık noktalarından birini oluşturan Üniversite Reformu, Türkiye’nin şartlarının izin verdiği ölçüde başarılı olmuştur. Gerek İstanbul gerek Ankara ve ilerleyen yıllarda diğer illerimizde birbiri ardına açılan üniversiteler, 1933 Üniversite Reformu’nun verdiği ivme ile Türkiye’nin pencerelerini Batıya açmış ve evrensel ölçülerde bilimsel çalışmalar yapılmıştır. Bu açıdan bakıldığında; Türkiye’nin kültür birliği sağlayacak kuruluşlar olarak düşünülen üniversiteler yoluyla bu amacın gerçekleştiğini görmek mümkündür. Ayrıca bu yolla Cumhuriyet idaresi, kendi devamını sağlayacak ve aydın bir genç nesil yaratma imkanına da kavuşmuştur. Bugün gelinen nokta, bu durumu gözler önü sermektedir.

 


 

* H.Ü. Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Araştırma Görevlisi

[1] Osmanlı İmparatorluğu Tarihi 1. cilt, yay.yön.: Robert MANTRAN, çev.: Server TANİLLİ, İstanbul. 1991, s.304; Bernard LEWİS, Modern Türkiye’nin Doğuşu çev.: Metin KIRATLİ, Ankara, 1983 (3. bsk.), s.46; İsmall Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi IV. cilt, 1.bl., Ankara, 1978 (2. bsk.), s.1.

[2] Standford SHAW, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye 1. cilt, çev.: Mehmet HARMANCI, İstanbul. 1982, s.307; LEWİS. a.g.e., s.46-47; UZUNÇARŞILI, a.g.e., s.170.

[3] Abdurrahman ÇAYCI, “Atatürk ve Kültür Alanında Çağdaşlaşma”, Atatürkçü Düşünce, Ankara, 1992, s. 822-823.

[4] ÇAYCI a.g.m.,  s. 822.

[5] Enver Ziya KARAL, Atatürk’ten Düşünceler, İstanbul, 1991, (6. bsk.), s. 71.

[6] Mustafa Kemal ATATÜRK, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara, 1989, 2.bl., s.46; KARAL, a.g.e., s.73.

[7] ÇAYCI, a.g.m., s.824-828.

[8] Necdet ÖKLEM, Atatürk Döneminde Darülfünun Reformu, İzmir, 1973, s.22; Cemil BİLSEL, İstanbul Üniversitesi Tarihi, İstanbul, 1943. s.13; Osman ERGİN, Türkiye Maarif Tarihi, cilt:l-2, İstanbul, 1977, s.550; Yunus KOBAL, Üniversitelerimizin Gelişimi ve Alman Bilim Adamlarının Katkıları, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi),. Hacettepe Üniversitesi, 1994, s.40; Emre DÖLEN, “Darülfünun”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, s.476.

[9] Abdurrahman SİLER, Türk Yüksek Öğretiminde Darülfünun, (Yayınlanmamış doktora tezi). Hacettepe Üniversitesi, 1992, s.16.

[10] Ikinci kez Darülfünunu Osmani (1870-1873) adıyla tekrar öğretime başlanılmış ve başlangıçta halka açık dersler de verilmiştir. Ancak burada özellikle deneye dayalı dersler halkın tepkisiyle karşılaşmış ve bazı hocalar dinsizlikle suçlanmıştır.

Bir yıl sonraki Darülfünunu Sultani (1874-1881) girişimi de benzer nedenlerle ve maddi imkansızlıklar sonucunda yarım kalmıştır. Bundan sonra 1900 yılında Darülfünunu Şahane adıyla yeni bir girişimde bulunulmuş ve bu da 1908’de yaşanan Il. Meşrutiyet’in ilanından sonra Veznecilerdeki Zeynep Hanım Konağı’na taşınarak geri kalan yaşamını İstanbul Darülfünunu adıyla sürdürmüştür. 12 Nisan 1912de çıkartılan bir nizamname ile Darülfünunun şubeleri fakülte adını almıştır. l9 yılında da bilimsel özerklik kazanan Darülfünun bu yapısını Cumhuriyetin ilanına kadar korumuştur.

[11] Abdurrahman ÇAYCI, “Atatürk Bilim ve Üniversite”, Atatürkçü Düşünce, Ankara, 1992, s.789.

[12] Bu raporun tam metni için bkz., Ernst HIRSCH, Dünya Üniversiteleri ve Türkiye’de Üniversitelerin Gelişimi, İstanbul. 1950, s.229-295  ya da üzerinde Atatürk’ün çizgi, işaret ve notları da bulunan orijinal metin için bkz., Utkan KOCATÜRK “Atatürk’ün Üniversite Reformu ile İlgili Notları”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, cilt: 1, sayı: 1, s.3-96.

[13] Mustafa ERGUN, Atatürk Devri Türk Eğitimi, Ankara, 1982, s.141.

[14] Helge PROSS, “De Geistige Enthauptung Deutschlands: Verluste durh Emigration. Nationalsozlalismus und die deutsche Universitaeten”, Universitaetstage, Berlin. 1966, s.143-144

[15] Horst WIDMANN, Atatürk Üniversite Reformu, çev.: Aykut KAZANCIGİL ve Serpil BOZKURT, İstanbul. 1981, s.41; Klaus Detlev GROTHUSEN, Der Scurla Bericht, Frankfurt/Main, 1987, s.8.

[16] ERGUN, a.g.e., s.141-142.